19. yüzyılda Anadolulu Rumlar
Rupen Varjabedyan 25.11.2016
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde Rum toplumuna dair önemli çalışmalarda bulunan akademisyen Ayşe Ozil’in son kitabı ‘Anadolu Rumları: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Millet Sistemini Yeniden Düşünmek’, Kitap Yayınevi etiketiyle okuyucuyla buluştu. Sabancı Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Ozil’le, 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başlarına Rum toplumunun Anadolu’daki yaşantısının, idareden yargıya kurumsal işleyişleri biçimlerinin, vatandaşlık ve tüzel kişilik meselelerinin anlatıldığı kitabı hakkında konuştuk.
Kitabın başında, Keşiş Dağı –Uludağ- üzerinden bir tarihyazımı benzetmesi yapıyorsunuz ve dağın üstünden bakınca görülen ile dağın yamacından bakınca görülenin aynı olmadığını belirtiyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Tarihçiler Rum cemaatlerine genelde yukarıdan, yani idarecilerin, Patrikhane’nin veya Osmanlı Devleti’nin gözünden bakıyorlar. Bu bakışın getirdiği en önemli sonuçlardan biri, Rumları bir bütün olarak görmek, Osmanlı İmparatorluğu’nun içerisinde yekpare bir Rum cemaati olduğunu düşünmek. Ben bunu tersine çevirmeye çalıştım. İstanbul’dan ya da birtakım cemaat veya devlet önderlerinin, Patrikhane’nin gözünden değil, daha çok köylerin,
kasabaların, küçük şehirlerin gözünden bakmaya çalıştım. Yerel bağlama baktığımız zaman ne tür gerçeklikler ortaya çıkıyor diye düşünmeye başladım ve bu gerçekliklerin aslında bize sunulan millet ve cemaat bütünlüğünden daha farklı gerçeklikler olduğunu gördüm. Çok daha katmanlı, coğrafi, kültürel, dilsel, sınıfsal çeşitlilik içeren bir tablo ortaya çıkıyor. Cemaat dediğimiz şeyi anlamak için önemli bir yön diye düşündüm. Örneğin Bursa’da Rumların yoğun yaşadığı üç mahalle var, bunların ikisinde Türkçe, birinde Rumca konuşuluyordu. Peki bu insanlar birbirleriyle nasıl anlaşıyorlardı? En küçük düzeyde bile dil farklılıkları var. Elbette yerel bakış demek devlete ya da cemaat önderlerine bakmamak değil, sadece bu düzeylere köy ve kasabaların gözünden bakmak demek.
Osmanlı’da gayrimüslim toplumları, hatırı sayılır nüfusa sahip olsalar da, tek kelimeye indirgiyoruz. Sizce ‘Rumlar’, ‘Ermeniler’ veya ‘Yahudiler’ diyerek yaptığımız genelleme bize ne kaybettiriyor?
Cemaat dediğimiz veya ‘millet’ sistemi olarak baktığımız zaman bu toplulukları indirgemeci bir bakışla ele almış, kapalı bir kutuya hapsetmiş oluyoruz. Halbuki bu toplulukları ve aynı zamanda Osmanlı toplumunun kendisini de daha sağlıklı bir biçimde anlayabilmek için bu cemaatlerin üstünü örtmemiz değil, içini açmamız lazım. Bu topluluklara daha çoğulcu bir şekilde bakabilmek, cemaatin sınırlarını siyah-beyaz olarak çizmemek, cemaat içi ve dışı olarak değil, çok daha esnek bir şekilde bakabilmek, farklı ilişki ağlarını görebilmek, toplumun diğer kesimleriyle ya da devletle olan bağlantılarına bakabilmek, kendi içlerindeki mesela siyasi görüş farklılıkları, sınıfsal, kültürel farklılıkları görebilmek lazım. Aksi halde indirgemeci bir bakışla sadece gerçeklikleri kapatmaya yönelik bir bakış ortaya konmuş oluyor. Bu bakış sadece tarih için geçerli değil, günümüzde de halen devamlılığını koruyor. Bu duruma faklı bir açılım getiren en yakın örnek Agos’un kendisi. Gazetenin ortaya çıkış ve varlık sebeplerinden biri çoğulcu ve çok-katmanlı bir toplum bakışı getirebilmek.
Bu tür genellemelerden yola çıkarak, Osmanlı tarihyazımı özellikle gayrimüslim toplumları genelgeçer ezberler üzerinden okudu, bu da gerçekliklere yakın bir tarihyazımını engelledi diyebilir miyiz?
Genelleme yaparak çok şey kaybediyoruz. Bu tektipçi bakış, tarihsel gerçekliklere daha sağlam bir şekilde yaklaşmamızı engelliyor. Bu yanıltıcı bakışı aşmaya çalışmamız gerek. Tarihyazımı dediğiniz zaman değinmemiz gereken bir konu var: 1980’lerden itibaren dünyada olduğu gibi Türkiye’de de aslında bu tür genellemelere dayanan geleneksel tarihyazımına bir eleştiri ortaya çıkıyor. Ama bu yeni tarihyazımı aslında bazı küçük akademik çevreler dışında çok da bilinen bir yaklaşım değil. Hatta bu konularla ilgilenen, bu meselelerin bir şekilde kıyısından köşesinden geçenler bile çoğu zaman ‘millet’ sistemine referansla hareket ediyorlar. ‘Millet’, bir klişe gibi her zaman orada. Benim yapmaya çalıştığım da aslında bu durumun aşılabilmesi için bir katkı sunmak. Toplumların yaşantılarını ne kadar derinlemesine açabilirsek, anlatabilirsek, bu tektipleştiriciliği kırmak için o kadar katkı sağlamış oluruz.
Bu genellemelerden, tektipleştirmelerden kaçmanın tek yolu, çalışılan toplumun dilini öğrenmek ve o dille üretilenlere bakmak mıdır?
Çeşitli yollarla bu genellemelerin dışına çıkılabilir. Dil öğrenmek, çok çeşitli kaynaklara ulaşmak konusunda elbette çok büyük bir avantaj. Burada işin içine karşılaştırmalı araştırma giriyor. Mesela ben hem Osmanlı hem Yunan devlet arşivlerine hem de cemaatlerin kendi kaynaklarına baktım. Ayrıca Avrupalıların yazdıklarını, özellikle konsolosluk raporlarını inceledim. Elbette belli bir dile hakim olarak okuyabileceğiniz kaynaklara da eleştirel bir gözle bakmanız lazım. Dili okuduğunuz zaman otomatikman karşılaştırmalı eleştirel yaklaşıma ulaşılamıyor. Mesela Yunan tarihyazımında da tektipleştirmeci yaklaşıma sıkça rastlamak mümkün. Bazı farklar olmakla birlikte onlar da konuya yaygın olarak cemaatler diye bakıyorlar, dolayısıyla tarihyazımının içindeki ekollere, bakışlara bakmak ve onları da karşılaştırmak lazım. Dilin kendisi önemli ama bakış açımız da dil kadar öneme sahip. Karşılaştırmalı araştırma yöntemi en önemlisi.
Ekümenik Patrikhane, Rum toplum düzeninin ve devletle ilişkilerin neresinde duruyor? Onun dışında Rum toplumu için diğer hangi öznelerden bahsedebiliriz?
Merkezi bakışın ne şekilde dengelenebileceği, aşılabileceğini araştırırken Anadolu’daki küçük şehirlere, köylere, kasabalara bakarak Patrikhane’den bir miktar uzaklaşmış oldum. İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde Patrikhane’nin çok büyük bir etkisi var ama biraz uzaklaştığınızda, Anadolu’nun çeşitli bölgelerine gittiğinizde etkisinin aslında o kadar da büyük olmadığını görüyoruz. Yerel cemaatlerin kendi idareleri, yerel yönetimler daha ön planda. İstanbul’dan uzaklaştıkça, Patrikhane’nin etkisi de farklı bir hal alıyor. 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısında hem Patrikhane’nin hem de Osmanlı Devleti’nin merkezileştirme
Tirilye Rum Okulu, Bursa |
19. yüzyılda milliyetçiliğin yükselmesi ve zenginleşmesiyle ‘bağımsızlığı’ hedefleyen gayrimüslim toplumlar anlatılır. Bu yüzyıl, Rumlar için de böyle miydi?
Bu daha çok Rumeli toprakları için bir mesele. Benim baktığım Kuzeybatı Anadolu’da bağımsızlık isteği pek gözükmüyor. Bazı özel yerler ve küçük kasabalar dışında bir ayrım pek yok. Örneğin Ayvalık’ta Yunan bağımsızlık savaşı sırasında böyle bazı gelişmeler var, ama genel olarak bir ayrılıkçılık söz konusu değil. Hem Osmanlı hem Yunan hem de diğer uluslararası bağlantıları kullanarak kendilerine bir yaşam alanı yaratıyorlar.
‘Vakıf sorunları 19. yüzyılda başladı’
“Gerek Rum gerek Ermeni cemaatlerinin en büyük sorunlarından biri, mülkiyet sorunu. Bir diğer sorun da nüfus kaybı ama bu ikisi birbirine bağlı konular. Nüfusun azalmasıyla cemaatler güç kaybediyor. Malları kim kontrol edecek, okullarda kim okuyacak, kiliseye kim gidecek?
Evgenidio Okulu, 1918, Bursa |
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/17114/19-yuzyilda-anadolulu-rumlar
Δεν υπάρχουν σχόλια:
Δημοσίευση σχολίου